"Ya Rabbi TÜRKİYE'mizde adaleti ve merhameti hâkim kıl.
gökyüzünden rahmetini, yeryüzünden bereketini esirgeme..."


ZEKÂTIN ÖDENMESİ



V. ZEKÂTIN ÖDENMESİ
Yukarıda zekâtın vücûb ve sıhhat şartları ile hangi mallardan ne oranda
verilmesi gerektiği üzerinde duruldu. Şimdi ise bu zekâtın ne zaman ve ne
şekilde ödeneceği üzerinde durulacaktır.
A) ZEKÂTIN ÖDENME ZAMANI
Fakihler şartları gerçekleşen malda zekâtın derhal (fevrî) yani sene biter
bitmez ödenmesi gerektiğinde görüş birliğine varmışlardır. Çünkü malda
gerçekleşen zekât borcu, artık kul hakkıdır. Bu borcun ödenmesini -özürsüz
olarak- geriye bırakmak câiz değildir. Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan
görüş bu olduğu gibi, İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'in görüşü
de bu yöndedir.
İslâm'da prensip olarak ibadetler hemen yerine getirilmesi istenen bir
husustur. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Hayırlar(ı işlemede) yarış yapınız" (Âl-i
İmrân 3/133) buyurur. Bütün hayır işlerinde acele etmek övüldüğüne göre,
malda gerçekleşen fakir hakkının bir an önce hak sahiplerine ödenmesi de
övülmeye değer bir iştir.
Altın, gümüş ve parada, ticaret malları ve hayvanlarda zekât, bir kamerî
yılın tamamlanması ile farz olur ve bu mallardan zekât her senede bir defaya
mahsus olmak üzere ödenir.
Toprak ürünlerinden zekât, senede kaç kere ürün alınırsa o kadar verilir.
Yani bir araziden bir senede iki kere mahsul alan kişi iki kere zekât verir.
Toprak ürünlerinde zekâtın vücûb vakti konusunda farklı görüşler bulunmakla
birlikte ağırlıklı görüş, bunun hasat esnasında olduğu yönündedir.
Bununla birlikte olgunlaşmaya başladığı andan itibaren takriben hesaplanıp
verilebileceği gibi, hasattan kısa bir müddet sonra vermek de mümkündür.
Toprak ürünleri hasattan sonra sahibinin kusuru olmaksızın helâk olsa veya
çalınsa zekâtı düşer. Bu tarihleme meyveler için de geçerlidir.
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler madenlerde zekâtın, nisab miktarı maden istihsal
edilmesiyle, Hanefî ve Hanbelîler de balda zekâtın, nisab miktarı bal
elde edilmesiyle vâcip olacağı görüşündedir. Ancak toprak ürünlerinden
zekât, ekinler sürülmeden, meyveler de toplanmadan alınmaz.
Görüldüğü gibi toprak ürünlerinden zekât tahsili güneş takvim sistemine
göre "hasat zamanı"; hububat harmanlanıp sapından çıkarılınca, meyveler
toplanınca yapılmaktadır. Madenlerin de elde edilince zekâtı ödenmektedir.
470 İLMİHAL
Bunların dışındaki mallar; altın, gümüş, para, ticaret malları ve hayvanlar
ise üzerinden bir kamerî yıl geçmekle zekâta tâbi olmaktadır. Acaba bu
ikinci grup malların zekât borçlarını mükellef isterse sene dolmadan da verebilir
mi? Veya bunun aksi olarak zekât borcu ertesi yıla tehir edilebilir mi?
Hz. Ali'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber, amcası Abbas'ın
zekâtını vaktinden önce ödeyip ödeyemeyeceğini sorması üzerine ona ödeyebileceğini
söylemiş, Abbas da iki senelik zekât borcunu peşin ödemiştir
(Ebû Dâvûd, “Zekât”, 22, 37; İbn Mâce, “Zekât”, 7).
Fakihlerin çoğunluğu, bu uygulamadan hareketle, zekâtın vücûb sebebi
nisab bulunduğu takdirde kişinin zekâtını vaktinden önce ödeyebileceğini
söylemişlerdir. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedir.
İmam Mâlik ile Dâvûd ez-Zâhirî ise, mal ister nisaba ulaşsın ister ulaşmasın
vaktinden önce zekâtının verilmesinin câiz olmadığı görüşündedir. Bu
iki müctehide göre, sene geçme şartı (havl) nisab gibi zekâtın vücûb şartlarından
olup, nasıl namaz vaktinden önce kılınmazsa zekât da vaktinden
önce ödenemez.
Zekâtın zamanında ödenmesi, ihtiyaç sahiplerinin haklarını doğrudan ilgilendirdiğinden,
mükellefin haklı ve geçerli bir sebep bulunmaksızın zekât
borcunu geciktirmesi doğru bulunmaz. Hatta fıkıh kitaplarında, zaruret olmaksızın
zekâtı vaktinde ödemeyen kişinin şahitliğinin kabul edilmeyeceği,
onun bu fiiliyle tıpkı, istendiğinde emaneti sahibine iade etmeyen emanetçi
konumunda olacağı ifade edilerek zekâtın vaktinde ödenmesinin önemi vurgulanmak
istenmiştir.
İslâm'daki "kolaylaştırma" prensibine uyarak zekât borcunun mâkul bir
süre geciktirilmesi câizdir. Meselâ zekâtın yerine ulaşmasını temin gayesiyle
daha muhtaç fakirleri aramak, gurbette olan fakir akrabaya zekât göndermek
veya zekât malına o anda mükellefin ihtiyacının bulunması, daha
sonra borcunu ödemesi halinde iktisadî bir sıkıntıdan kurtulmasının söz
konusu olması gibi sebeplerle zekât borcunun ödenmesi bir süre geciktirilebilir.
Ancak bu erteleme süresi içinde zekât mal telef olursa, tahakkuk eden
zekât miktarını öder. Çünkü zekât borcu doğmuş, mükellef verme imkânına
da kavuşmuş, ama herhangi bir sebeple ödemeyi geciktirmiştir.
Hz. Ömer'in, kıtlık yılında güç duruma düşen zekât mükelleflerinin zekât
borçlarını ertesi yıla ertelediği rivayet edilir. Fakihlerin çoğunluğu Hz. Ömer'in
bu uygulamasını esas alarak zekât borcunun ödenmesinde böyle bir ihtiyaçtan
dolayı erteleme yapılabileceği görüşüne varmışlardır. Ancak Ahmed
ZEKÂT 471
b. Hanbel ve bazı Mâlikî fakihleri ise durum ne olursa olsun zekât borcunun
ertelenemeyeceği görüşündedir.
Öteden beri müslümanlar zekât borçlarını rahmet ayı olan ramazan
ayında ödemeyi âdet haline getirmiş iseler de, zekâtın ödenmesi için tayin
edilmiş bir gün veya ay yoktur. Aslolan, vücûb şartları gerçekleşince zekâtın
ödenmesidir.
Bir malda zekât borcu doğduktan sonra, bu borç ödenmeden önce o mal
çalınmak, kaybolmak, gasbedilmek gibi yollarla helâk olsa; mükellef ister
ödeme imkânına sahip olsun veya olmasın, Hanefîler'e göre zekât borcu
düşer. Fakat bu malı bağış veya satış yoluyla tüketirse zekât borcu düşmez,
zekâtını vermesi gerekir.
Fakihlerin çoğunluğuna göre ise bu durumda zekât borcu düşmez. Mükellefin
onu yeniden ödemesi gerekir. Ancak İmam Mâlik'e göre, telef olduklarında
hayvanların zekâtı ödenmez.
Hanefîler, zekâtın mükellefin niyetiyle eda edilen ve niyâbet kabul etmeyen
bir ibadet olduğunu ileri sürerek, mükellefin ölmesiyle zekât borcunun
da düşeceğini söylemişlerdir. Ancak ölen vasiyet etmişse mirasının üçte
bir miktarından zekât borcu ödenir. Vasiyet etmemiş ise mal vârislerine intikal
eder. Fakat, vârisleri ödeme mecburiyetinde değillerdir. Ama öderlerse bu
nâfile bir sadaka yerine geçer. Çünkü zekât bir ibadettir. Her ibadet gibi niyetle
eda edilir. Borçlunun ölmesi sebebiyle niyet olmadığından borç da düşer.
Hanefîler zekât borcunu ödemeden ölen kimsenin, namazı, orucu
terkederek ölen kimse gibi günahkâr ve borçlu olarak öldüğü ve geride kalanların
onu bu borçtan kurtaramayacağı görüşündedirler.
Zekâtın niyete dayalı bir ibadet olma vasfından çok ihtiyaç sahiplerinin
hakkını ilgilendiren yönünü ön planda tutan cumhura göre ise, zekât borcu
mükellefin ölümü ile ortadan kalkmaz. Aksine ölen vasiyet etmese de
terikesinden ödenir. Namaz ve oruç bedenî ibadetlerdir. Onların yerine getirilmesi
için başkasını vekil tayin etmek mümkün değildir. Malî bir ibadet
olan zekâtta ise vekâlet geçerlidir. Çocuk ve akıl hastasının mallarından
velileri nasıl zekât ödemekle mükellefse ölenin vârisleri de onun zekât borcunu
ödemekle sorumludur.
472 İLMİHAL
B) ZEKÂTIN ÖDENME ŞEKLİ
Zekât bir ibadet olduğu için, kural olarak doğrudan mükellef birey tarafından
yerine getirilir. Fakat zekâtın malî yönünün bulunması, giderek düzenli
bir organizasyona ihtiyaç duyması ve kurumsallaşması, zaman içinde
bu malî ibadetin büyük bir organizasyon (devlet aygıtı) tarafından yerine
getirilmesini veya o aygıt tarafından denetlenmesini gerekli hale getirmiştir.
Zekâta “fakirin zengin bireylerin malındaki hakkı” gözüyle bakılması da
zekât organizasyonuna devletin girmesinde bir etken olmuştur. Bu kurumun
düzenli bir şekilde işleyişinin ancak devlet tarafından sağlanabileceği görüşü
yaygınlık kazanmıştır. Bu bakımdan İslâm toplumlarında, zekâtı zengin
bireylerden alıp hak sahiplerine dağıtma işini öteden beri devlet üstlenmiş ve
böylece zekâtın toplanması ve dağıtılması kamu hukukunun bir parçası
olmuştur.
Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Peygamber'e zenginlerin mallarından zekât
alması emredilmiş (et-Tevbe 9/103), bu işlerde görevli personele “ve'l
âmilîne aleyhâ” (zekât işinde çalışanlar) ifadesi ile işaret edilmiş ve onlara bu
görevlerine karşılık olmak üzere, zekât gelirlerinden pay ödenmesi gerektiği
belirtilmiştir (et-Tevbe 9/60).
Bu iki âyet, zekâtın toplanıp hak edenlere dağıtılması işinin devlet tarafından
ele alınmasının gerekli bir görev olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber'in
"Onlara söyle, Allah mallarında zekâtı farz kıldı. Bu zekât zenginlerinden
alınır ve fakirlerine verilir" (Buhârî, “Zekât”, 1) diyerek Muâz b.
Cebel'i Yemen'e zekât toplamak üzere göndermesi de bu anlamda değerlendirilebilir.
Hz. Peygamber'in söz ve uygulaması, Hulefâ-yi Râşidîn ve daha sonraki
devirlerde izlenmiş, zekât tahsil ve dağıtım işi genellikle devlet memurları
tarafından yapılmıştır. Ancak gerek Hz. Peygamber gerekse Hulefâ-yi Râşidîn
devirlerinde mükelleflerin mallarının zekâtlarını kendiliklerinden getirip
devlet yetkililerine verdiğinin de birçok örneği vardır.
İleriki devirlerde fakihler zekâta tâbi malları; "el-emvâlü'l-bâtına" (gizli
mallar) ve "el-emvâlü'z-zâhire" (açık mallar) olmak üzere iki ana grupta ele
almışlar ve bunların tahsil edilmesinde farklı iki yol izlenmiştir.
Hanefîler, Hz. Osman dönemindeki uygulamayı esas alarak, açık mallardan
alınacak zekâtın toplama ve dağıtım yetkisinin devlete ait olduğu,
gizli malların zekâtının ise bizzat mükellef bireyler tarafından ödeneceği
şeklinde bir yaklaşımı benimsemişlerdir.
ZEKÂT 473
Şâfiîler, gizli malların zekâtının bizzat mükellef birey tarafından ödeneceği
görüşünde Hanefîler'le birleşir. Fakat, açık malların zekâtı konusunda
biri bunun devlet tarafından toplanıp dağıtılabileceği, diğeri, gizli malda olduğu
gibi, mükellef birey tarafından yerine getirileceği şeklinde iki görüş
bulunmaktadır.
Mâlikî mezhebine göre ise, zekâtın ilke ve amaçları doğrultusunda yapılmış
düzenlemelere tam riayet şartıyla, zekât borçları doğrudan devlete
ödenir.
Hanbelîler ise bu konuda bir ayırım ve tercih yapmaksızın, zekât borçlarının
devlete verilebileceği gibi, doğrudan hak sahiplerine de ulaştırılabileceğini
söylemişlerdir.
Fakihlerin çoğunluğuna göre devletin, zekâta tâbi olan bütün malların
zekâtlarının doğrudan kendisine verilmesini isteme yetkisi vardır. Devlet bu
yetkiyi kullanarak ödemekten kaçınanlardan zekât borcunu zorla alır. Fakihler
arasındaki ihtilâf, mükellefin zekât borcunu devlete ödeme mecburiyetinde
olup olmadığıdır. Fakihlerin bu konudaki farklı görüşlerinde ve
çekimser tavırlarında, dönemlerinde devlet eliyle toplanan zekâtın yerinde
harcanıp harcanmadığı yönündeki kanaatlerinin etkili olduğu açıktır.
Bu konu 1952 Şam Konferansı’nda âlimler tarafından ele alınmış ve şu
sonuca varılmıştır:
1. Zamanımızda müslümanlar zekât ödemede ihmalkâr davranmaktadırlar.
Bu itibarla Hz. Osman'ın gizli malların zekâtlarını ödemeleri hususunda
verdiği vekâlet geçerliliğini kaybetmiştir. Asıl kurala dönülerek zekât
devlet tarafından toplanıp dağıtılmalıdır.
2. Günümüzde hemen hemen bütün mallar açık mal haline gelmiştir. Ticarette
tutulan değerlerle banka ve şirketlerdeki paraların tesbiti ve belirlenmesi
kolay ve mümkündür.
Bu sebeplerden dolayı gizli-açık ayırımı yapılmadan bütün malların zekâtı
hükümetler tarafından oluşturulacak özel bir kurum vasıtası ile toplanıp
hak sahiplerine yani âyette öngörülen yerlere dağıtılmalıdır.
Zekâtın devlet tarafından toplanmadığı yerlerde mükellef, açık ve gizli
bütün mallarının zekâtını bizzat kendisi hak edenlere vermelidir.
Zekât, ister devlet eliyle toplansın isterse mükellef tarafından ödensin,
ödeme şekil ve usulüyle ilgili olarak dikkat edilmesi gereken bazı kurallar
vardır.
474 İLMİHAL
Kur'an'da, infak edilecek malların iyi vasıfta olması gerektiğine işaret
edilmiştir (el-Bakara 2/267). Zekât olarak ödenecek malların da "iyi" vasıfta
olmaları gerekir. Ancak, insanların en iyi malarının elinden alınması veya
bunu ödemekle yükümlü tutulmaları, insan tabiatına uygun gelmediğini ve
bunun başka sıkıntı ve güçlüklere yol açabileceğini bilen Peygamberimiz,
Muâz b. Cebel'e verdiği tâlimatta “Halkın en kıymetli mallarını zekât olarak
almaktan sakın” (Buhârî, “Zekât”, 1; Müsned, III, 341) diyerek âyette işaret
edilen, “iyi vasıf” kaydının “en iyi vasıf” anlamında anlaşılmasının önüne
geçmiştir. Zekât borcunu kendi ödemek durumunda olan mükellef de bu borcunu
"iyi" vasıfta olan mallarından ödemelidir.
Ödeme şekliyle ilgili ikinci mesele; “Zekâtın zekâta tâbi maldan ayrılarak
mal olarak (aynen) verilmesi şart mıdır, yoksa bu malın para olarak kıymeti
de verilebilir mi?” konusudur.
Fakihler bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Fakihlerin çoğunluğuna
göre, zekât borcu ancak zekâta tâbi olan maldan verilir. Meselâ hayvanlar
zekâta tâbi ise zekât borcu bu hayvanlardan, toprak ürünleri zekâta
tâbi ise zekât borcu bu ürünlerden verilmelidir. Onlar bir ibadet olan zekâtın
nisab, nisbet ve zekât borçlarının nasla sabit olduğunu, daha yararlı olduğu
kesin bilinse bile, buna muhalefet etmeye kimsenin yetkisi bulunmadığını
ileri sürerler. Ancak Şâfiîler ticaret mallarında kıymetin verilebileceği görüşündedirler.
Hanefîler'e göre zekât borçları, o malların kendilerinden verilebileceği
gibi, kıymetleri de verilebilir. Hanefîler zekât borcunun para olarak verilebileceğini
söylerken hem hadislere ve hem de zekâtın teşrî‘ amacına dayanmaktadırlar.
Hz. Peygamber hayvanların zekât borçlarının ödenmesinde aradaki yaş
farklarının iki koyun veya 20 dirhemle kapatılmasını (bk. Buhârî, “Zekât”,
37) istemiştir. Ayrıca develerin zekâtında beş devede bir koyun zekât verilir.
Koyun deve cinsinden değildir.
Öte yandan, zekâtın amacı fakirin ihtiyacını gidermektir. Bu, zekâta tâbi
olan malın kendisinden zekât ödemekle gerçekleşebileceği gibi kıymetinin
verilmesi ile de gerçekleşir. Hatta kıymetin verilmesi ile bu amaca daha kolay
ulaşıldığı da söylenebilir. Çünkü kıymet (para) insanın çok çeşitli ihtiyaçlarını
karşılamaya elverişlidir.
Zamanımızda, insan ihtiyaçlarının çok farklılaştığı, eğitim, sağlık, barınma
gibi ihtiyaçların ön plana çıktığı dikkate alınırsa, Hanefîler'in bu koZEKÂT
475
nudaki görüşlerinin daha tercihe şayan, fakirin ihtiyaçlarının giderilmesine
daha elverişli olduğu görülür.
Zekât ister aynî (malın kendisinden) isterse nakdî (para olarak kıymeti)
ödensin, toplandığı yerden başka bir yere gönderilmesi câiz midir? Bu konu
da fakihler arasında ihtilâflıdır.
Fakihler, zekâtın toplumsal ibadet olma yönünü ve toplumsal denge ve
barışı sağlamadaki rolünü dikkate aldıkları için, kural olarak zekâtın toplandığı
yerden başka bir yere ihtiyaç olmaksızın gönderilmesini hoş karşılamamış
iseler de, meselâ Hanefîler fakir akrabayı gözetmek, daha muhtaç bir
kişiye veya kişilere vermek, âlim bir kişiye yahut öğrenciye ulaştırmak gibi
amaçlarla zekâtın, zekât malının bulunduğu yerden başka bölgelere nakledilmesini
câiz görmüşlerdir.
Şâfiîler bu konuda daha sıkı davranarak, zekâtın malın bulunduğu yerde
dağıtılmasının gerekli olduğunu, ancak o yerde zekâtı alacak kimse bulunmadığında
başka bir yere nakledilebileceğini söylemişlerdir.
Mâlikîler zekâtın vâcip olduğu yerde veya oraya yakın bölgelerde dağıtılabileceğini,
bu yakın bölgenin de sefer hükümlerinin geçerli olduğu mesafeden
az olması gerektiğini söylemişlerdir.
Hanbelîler de, muhtaçlar bulunduğu halde zekâtı başka bölgelere gönderenlerin
günahkâr olacağını, buna rağmen zekâtını başka bölgelere gönderenlerin
zekât borçlarının ödenmiş sayılacağını ifade etmişlerdir.
Cumhurun görüşü, bir malın zekâtının o malın kazanıldığı ve bulunduğu
yerde dağıtılması, böylece o bölge halkının ihtiyaçlarına öncelik verilmesi
noktasından hareket eder. Ancak şehirleşmenin ve köyden kentlere göçün
hızlandığı, ticaret ve sanayinin belli bölgelerde yoğunlaştığı göz önünde
bulundurulursa, zekâtın dağılımında ülke genelini, hatta dünyadaki bütün
ihtiyaç sahibi müslümanları düşünmek ve mümkün olduğu ölçüde sosyal
dengeyi kurmak gerekir. Bu sebeple de, mükelleflerin zekâtlarını Hanefîler'in
belirttiği ihtiyaç ve sebepler mevcutsa bulundukları yerden başka bölgelere
göndermeleri câizdir. Meselâ yurt dışında çalışan müslümanların zekâtlarını
kendi ülkelerindeki fakirlere, şehirlerde oturanların köy ve kasabalarında
tanıdıkları ve daha muhtaç olduklarını bildikleri kimselere göndermeleri yerinde
olur.