"Ya Rabbi TÜRKİYE'mizde adaleti ve merhameti hâkim kıl.
gökyüzünden rahmetini, yeryüzünden bereketini esirgeme..."


ZEKÂT - VERGİ İLİŞKİSİ


VII. ZEKÂT - VERGİ İLİŞKİSİ
Kur'ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in hadislerinde zekât daima namazla
birlikte zikredilmiştir. Namaz bedenî, zekât ise malî bir ibadettir. İkisine hâkim
olan ruh Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızâsını kazanmaktır.
Zekât, sadece farz diye bilinen hükümlerden biri olmayıp aynı zamanda
üzerine İslâm binasının inşa edildiği beş büyük sütundan biridir.
Zekât her şeyden önce bir ibadettir. Müslüman bu ibadeti Allah’ın emrine
uyarak, O’nın rızâsına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis
bir niyetle yerine getirmelidir. Çünkü, ancak bu şekilde eda edilen zekât
Allah katında kabul görebilir.
Müslüman zekâtını öncelikle yüce Allah’ın emri olduğu için öder, bu ve
diğer ibadetleri O’na yakın olma, O’na şükretme amacıyla yerine getirir,
böylece âhiret hayatının nimetlerine ve cennette Allah’a yakın olmaya ehil
olur.
Zekâtın bu dinî ve mânevî hikmetleri yanı sıra toplumda sosyal adaleti
sağlama, zenginlerle fakirler arasındaki maddî ve hissî uçurumları kapatıp
karşılıklı sevgi ve saygı tesis etme, sosyal amaçlı gider ve yatırım alanlarından
bir kısmını karşılama gibi önemli yararlar taşıdığı da açıktır. Öte yandan
Hz. Peygamber ve sahâbe döneminden itibaren belli malların zekâtının devlet
tarafından toplandığı ve bu sosyal ve kamusal alanlara harcandığı da
bilinmektedir.
Zekâtın bu ikinci grupta yer alan sosyal amaçları ve kamu hukukunu ilgilendiren
yönleri, öteden beri İslâm âlimleri arasında zekâtın, aynı mal
veya gelirden devlete verilen vergiden farklı olup olmadığı, vergi ile zekâtın
aynı şeyin iki farklı isimlendirmesi mi, yoksa tamamıyla farklı şeyler mi
olduğu tartışmasının da ana sebebini teşkil etmiştir.
Bilindiği üzere vergi, kamu giderlerini karşılamak üzere devletin tek taraflı
olarak ve vergileme yetkisine dayanarak, kişilerin gelir ve mallarından
aldığı ekonomik değerlerdir. Başka bir tarifte vergi, devletin kamu harcamalarını
finanse etmek amacıyla fert ve işletmelerden, karşılıksız olarak ve
kamu hukukunun kuralları çerçevesinde aldığı paralardır.
494 İLMİHAL
Bu son tarifte yer alan unsurları kısaca özetlemek gerekirse denebilir ki,
vergi alma yetkisi sadece devlete aittir, ancak kamu idare üniteleri de devletin
devrettiği yetkiye dayanarak vergi koyabilirler.
Vergiyi fertler ve işletmeler hukukî zor altında öderler ve bu ödeme karşılığında
devletten, vatandaşlık konumlarından doğan genel ve kamusal
haklar hariç, herhangi bir hak iddia edemezler. O halde vergiden doğan hukukî
ilişki bir alacak borç ilişkisidir. Bir alacak veya borcun meydana gelmesi
için esas itibariyle iki tarafın bulunması gerekir. Vergi ilişkisinde taraflardan
biri vergi alacaklısı, diğer vergi borçlusudur; her iki tarafın da yetki
ve ödevleri kanundan doğar.
Devletin kendinden beklenen hizmet, yatırım ve görevleri yapabilmesi
için gelire ihtiyacı vardır. Günümüzde devletler için en önemli gelir kaynağı
vergilerdir.
Yukarıdaki açıklamaların ışığında zekât ve verginin benzer ve farklı
yönleri şu şekilde sıralanabilir:
a) Zekâtın Vergiye Benzemeyen Tarafları
1. Zekât ile vergi arasında mevcut farklar söylenirken, öncelikle zekâtın
Allah tarafından konulmuş, Kur'an'da yazılı kalıcı ve değişmez bir hüküm
verginin ise kanunla konulup kaldırılan, açıkçası beşerî bir otoriteye dayanan
bir karar olduğu gündeme getirilir ve vergi kanunlarının yürürlüğe girmesi
veya yürürlükten kaldırılması şeklinin diğer kanunlardan farkı bulunmadığı
söylenir.
2. Vergi kanunla konup kanunla kaldırıldığı gibi, onun miktar ve
nisbetleri de kanunla düzenlenir, gerektiğinde aynı usulle arttırılır eksiltilir.
Zekâtın nisab ve nisbetleri Hz. Peygamber tarafından belirlenmiştir. Bu
nisab ve nisbetler Hulefâ-yi Râşidîn döneminde ve müteakip dönemlerde
aynen korunmuş, tarih içinde hiç değiştirilmemiştir. Zekâtın bu unsurlarının
değiştirilmesi, onun malî bir ibadet olma özelliğini ortadan kaldırır.
3. Zekâtın sarf yerleri âyetle belirlenmiştir. Zekâtı devlet de tahsil etse,
hukukî bakımdan onun durumu yetim malını elinde bulunduran vasînin
durumu gibidir. Devlet ancak koruma amacı ile elinde bulundurabilir. Dilediği
mal ve hizmetlere harcayamaz, zikredilen âyette gösterilen zümrelere
sarfetmekle yükümlüdür. Halbuki devlet vergi gelirlerini sosyal ve kamusal
alanda istediği gibi harcayabilir.
ZEKÂT 495
Bu açıdan söylemek gerekirse; zekâtın vergiye benzeyen yönleri dikkate
alındığında onun nerelere tahsis edileceği önceden belirlenmiş tahsisî bir
vergi olduğu, fertten ferde transfer edildiği zaman hem sosyal güvenlik vergisi
veya primi, hem de ivazî mahiyetinde görülebileceğini söylemek mümkündür.
Vergiler genel bütçe gelirleri içinde kaybolacağı gibi, belirli bir gaye için
belirli bir verginin de tahsil edilmesi mümkündür. Eğer bir vergi, özellikle
sosyal güvenlik gayesine tahsis ediliyorsa bu tahsisî bir vergidir. Zekât işte
bu tür tahsisî bir sosyal güvenlik vergisi mahiyetinde görülebilir.
Zekâtın vergiye benzemeyen tarafları dikkate alındığında ise onun ibadet
yönünün ağır bastığı ve vergiden farklı olduğu söylenebilir. Bu farklılık
en çok hükmün kaynağı, zekâta tâbi mallarda nisab ve nisbetler ve zekâtın
sarf yerlerinde belirgin hale gelmektedir.
b) Zekâtın Vergiye Benzeyen Tarafları
1. Zekât da vergi de toplumsal yaşamın gereklerinden olup icbarîdir.
2. Zekâtı kaide olarak devlet tahsil eder ve ilgili yerlere sarfeder. Vergi
tahsili de merkezî devlet idaresine veya onun yetki devrinde bulunduğu
taşra kamu kurum ve kuruluşlarına aittir.
3. Zekât mükellefi, bu farîzayı yerine getirirken kendisi için özel bir
menfaat gözetmez. Vergi mükellefi de vergisi karşılığında doğrudan kendisine
bir menfaat beklemez.
4. Hem zekâtın hem de verginin malî hedefleri yanında iktisadî, içtimaî
hedefleri de vardır.
Böyle olunca, zekât ile vergi arasında ontolojik ve aksiyolojik anlamda
bir farkın bulunduğu, yani aralarında menşe ve değer hükmü bakımından
fark olduğu söylenebilir. Amaçları aynı olsa bile zekât emri, ilâhî kökenlidir,
dolayısıyla mânevî müeyyidelidir; vergi ise dünyevî bir otoritenin emridir ve
müeyyidesi maddîdir. Fakat, bu durum aralarında pratik ve dogmatik açıdan
fark bulunduğu anlamına gelmez. Meselâ, her ikisi de sosyal ve kamusal
amaçlıdır. Zekâtın uygulanması mânevî müeyyideye, verginin uygulaması
ise kanunî müeyyideye bağlanmıştır ve müeyyideye bağlılık açısından aralarında
fark yoktur. Kaldı ki devlet, zekât uygulamasını daha düzenli hale
getirmek için kanunî düzenleme yapacak olsa, bu fark da ortadan kalkar.
496 İLMİHAL
Çağımızda zekât-vergi benzerliği veya ayrılığı konusunda bu ve benzeri
mülâhazalardan hareket eden İslâm âlimlerinin neticede iki gruba ayrıldıkları
görülür.
a) Çoğunluğa göre zekât ve vergi ayrı ayrı mükellefiyetlerdir. Devlete
verilen vergi, aynı maldan verilmesi gereken zekât borcunu düşürmez. Verginin
zekâta benzeyen bazı yönleri bulunsa da, vergiden doğan hukukî ilişki
bir borç ilişkisidir. Vergi alacaklısı vergi koyma yetkisine sahip kamu kuruluşlarıdır.
Vergi borçlusu ise, vergi kanunlarına göre kendisine vergi borcu
terettüp eden gerçek veya tüzel kişilerdir. Mükellef bu ödenmesi zorunlu
vergi borcunu çıkardıktan sonra zekâta matrah olan servetini hesap edip bu
malî bir ibadet olan zekâtını Allah’ın emrine uyarak, O’nun rızâsına kavuşmayı
dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle yerine getirmelidir.
Bu görüşün dayandığı ana gerekçe, zekâtın dinî bir mükellefiyet ve ibadet,
verginin ise tamamen dünyevî çerçevede kalan kamusal borç ilişkisi
olduğu tezidir. Ayrıca, Hz. Ömer’in fethedilen topraklara haraç vergisi koymuş
olması da, zekâttan ayrı olarak vergi de konulabileceğinin delili sayılmıştır.
Sosyal dayanışmanın bir gereği olarak vatandaşlar devletin meşrû giderlerine
katılmak zorundadır. Devletin nimetlerinden istifade etmek vergi
külfetini ödemeyi gerektirir.
İslâm hukukçularının çoğunluğu sebep ve şartları gerçekleşince devletin
zekât dışında adalete dayalı vergi almasının meşrû olduğunu, mükelleflerin
de bunu ödemekle yükümlü bulunduklarını ifade etmişlerdir.
b) Bazı İslâm âlimleri ise, zekâtın sosyal amaçlarını ve kamu hukukunun
bir parçası olarak devlet tarafından tahsil edilmekte oluşunu ölçü alarak
ve İslâm'ın zekât emrini amacı ve işlevi doğrultusunda geniş yorumlayarak
zekât ile verginin esasen aynı olması gerektiğini ifade ederler. Onlara göre
zekât, müslüman bireyin içinde bulunduğu toplumun kamu harcamalarına,
sosyal adaleti kurmayı ve kamu hizmetlerinin en iyi şekilde ifasını hedef
alan her türlü yatırım ve gidere ibadet aşk ve heyecanı içinde katılmasıdır.
Kur'an'da zekâta tâbi malların tek tek belirtilmeyip sadece bir kısmına işaret
edilmiş olması, zekât nisabının ve nisbetinin belirtilmemiş bulunması bunun
bir göstergesi sayılabilir. Zekâtın sarf yerlerini bildiren âyet, toplumdaki ihtiyaç
sahiplerinin ilk ve en canlı örneklerini vermeyi hedeflemiş olmalıdır.
Hz. Peygamber ve sahâbe, İslâm'ın bu zekât emrini o günkü müslümanların
ekonomik şartlarını da dikkate alarak en iyi şekilde uygulamış ve örZEKÂT
497
neklendirmiştir. Zekât borcunu hesap edip ödemenin gizli mallarda mükellefin
kendisine bırakılması, açık mallarda ise devlet eliyle yapılması biraz da
pratik zorunluluktan kaynaklanmıştır. Bu husus da zekâtın tek bir malî ödev
olduğunu, tahsil zorlukları bulunduğunda bireyin kendi sorumluluğuna bırakılabileceğini
gösterir.
Hz. Peygamber zekât tahsilini gözetilen hedefleri sağlayacak kapsamda
tutmuş, zekât dışında cebrî bir vergi tahsili yapmamıştır. İslâm'ın fert ve
toplum hayatını bütün yönleriyle, prensip itibariyle veya ayrıntıya inerek
kuşatıyor olması müslüman toplumlarda genişletilmiş anlamda zekâtın,
kamu adına yapılan bütün malî tahsilâtı temsil etmesini de zorunlu kılar.
Batı toplumlarının vergi ödemelerinde içtenliği ve gönüllülüğü sağlayabilmek
için vergiyi kutsal bir kamu ödevi olarak tanıttıkları, toplumlarını bu
yönde eğitip böyle bir sağduyu oluşturmaya çalıştıkları bilinmektedir. İslâm
dini, toplumun imarı ve kamu yararı için âdeta zorunlu olan bu malî katılımı
dinin beş esası arasında yer alan bir ibadet olarak takdim etmiş, böylece
müslümanlara sosyal güvenliği kurma, yönetilen-yöneten, millet-devlet
arasında karşılıklı güveni, saygıyı ve sosyal barışı tesis etme, kamu giderlerine
bütün bireylerin içtenlikle katılımını sağlama yönünde önemli bir imkân
getirmiştir.
Her iki görüşün de haklı gerekçeleri vardır. Zekâtın toplumsal yönü inkâr
edilemediği gibi, zenginliğin toplumun imarı için seferber olması, bireylerin
içinde yaşadıkları ve sayesinde çeşitli imkâna kavuştukları toplumlarının
yararı için kamu harcamalarına ibadet aşk ve heyecanıyla katılması da
çağımızda fevkalâde önem kazanmıştır. Bununla birlikte Kur'an'da zekâtın
sarf yerlerinden söz edilirken öncelikli olarak ihtiyaç sahibi şahısların gündeme
getirilmesi de anlamlıdır. Bu bizlere, toplumun huzur ve mutluluğunu
sağlamanın yolunun bireylerin tek tek huzur ve güvenliğini sağlamaktan
geçeceğini öğretmektedir.
Öte yandan, günümüzde gerek fertlerin vergilerini gerektiği şekilde ödemede,
gerekse devletlerin serveti vergilendirmede ve topladığı vergileri yerine
harcamada kamu vicdanını rahatsız edecek ölçüde mütesâhil veya kusurlu
davrandığı, çeşitli baskı gruplarının bütçeden pay alma mücadelesi
içinde gerçek ihtiyaç sahiplerinin, kimsesiz ve yoksulların haklarının âdeta
unutulduğu da bir gerçektir. Bu itibarla zekât, doğrudan ihtiyaç sahibine
ulaşması, toplumda sosyal dengeyi ve barışı kurmada tek başına etkili olması
sebebiyle hâlâ önem ve etkinliğini korumaktadır. Zekâtın bu anlam ve
önemi, bütün bireyleri kuşatacak ölçüde bir sağlık sigortası ve sosyal gü498
İLMİHAL
venliğin, kimsesizlik ve işsizlik sigortasının, devlet destekli sosyal dayanışmanın
bulunmadığı toplumlarda daha yakından hissedilmektedir. Böyle
olunca son tahlilde, söz konusu şartlar muvacehesinde zekâtın vergiden ayrı
düşünülmesi, zenginlerin yukarıda belirtilen usul ve esaslara göre zekât
borçlarını hesap etmeleri ve onu da hak sahiplerine ulaştırmaları dinî bir
mükellefiyet olarak devam etmektedir.